15 Aralık 2010 Çarşamba

Brilliance of the Seas gemisi ile Ege Gezisi notları 2 ...Her sabah başka limanda uyanmak


Uğradığınız limanlar ve adalarda gördükleriniz adadaki yapılanma ve insan manzaraları nasıldı?
Saat 22.00 sularında muhteşem bir havi fişek gösterisi ile İstanbul’un ışıkları gözden uzaklaşırken güvertedeki eğlenceye katıldık. Kokteyl ve dansla denize açılmayı kutladık. Bütün gece süren yolculukta ne bir sallantı nede bir gürültü vardı.Sanki yüzen bir adada muhteşem bir otelde idik.Yolculuğumuzun ilk günü denizde geçtikten sonra ilk limana sabah 7.30 da Akdeniz’in mavi suları içinde Yunanistan’ın en davetkar yerlerinden biri olan Mykonos Adasına demir attık.

Brilliance of the Seas gemisi ile Ege Gezisi notları 1





*Özgür Kocaeli Gazetesi’nden Semahat Gün’ün Müzeyyen Topçu TAN ile yaptığı röportajdan alıntı.
Dişhekimi Müzeyyen Topçu Tan ve eşi Dr. Ömer Tan’ın Brilliance of the Seas (Denizlerin parıltısı) gemisiyle; İstanbul’dan başlayıp Yunanistan’ın Mykonos ve Santorini Adaları, Kuşadası ve tekrar İstanbul’a dönüş ile tamamlanan muhteşem seyahatini dinleyeceğiz.

14 Aralık 2010 Salı

Hepsi bir arada, hepsi 200 metre çap içinde.


İstanbul'lu olsun olmasın herkes Tophane'yi bilir.  Daha çok nargile kahvehaneleri ve kabadayıları ile.   Ne hikmetse tömbekileri Arap ülkelerinden gelen nargilelerin tüttürüldüğü o kahvehanelerden dönüşmüş cafe'ler ile özdeşleşmiştir bu semt. Aslen nargilenin,  ne Türk ne Osmanlı ile doğrudan bir ilişkisi de yoktur da, neyse.  Ben sizlere Tophane'nin başka yönlerini anlatmak istiyorum.  


Osmanlı'da toplar büyük, kubbeli, kagir, bol bacalı ve içinde su sarnıçları olan tophanelerde üretilirdi.  İstanbul'ul fethi sonrası Fatih Sultan Mehmet buraya Tophane-i Amire'yi kurdurdu.  Ve evet Tophane adı buradan gelmektedir.  Bina hala tüm ihtişamı ile duruyor ve hali, hazırda müze olarak düzenlenmiş durumda.  Bu ihtişamlı bina, Sultan 1. Mahmut tarafından 1732 yılında  yaptırılan Tophane meydan çeşmesine bakmaktadır.

13 Aralık 2010 Pazartesi

Neden yazıyorum? Blog'umun tanımı.

Her şehrin kendine has bir sesi ve rengi vardır.  Kör de olsa, sağır da olsa kalbiniz; yine de işler içinize.  Hele bir de duyarsız değilseniz etrafınızdakilere; sarmalayıp, alıverir sizi içine.  Gezdiğim tüm yerler hep bir iz bırakmıştır bende.  Şimdi onları yazıya dökmek istedim.  Öncesini ve sonrasını.  Umarım benim zevk aldığım kadar, sizler de zevk alırsınız.

Merhaba,

Değerli arkadaşım Gökhan Oruçoğlu'nun seyahat içerikli bloğunda zaman zaman kendi seyahat yazılarımı sizlerle paylaşacağım. Sevgiler

12 Aralık 2010 Pazar

Dünyanın belki de en güzel panoraması.

İstanbul’un en güzel panaromasının ya Cihangir sırtlarından ya da Harem, Üsküdar arası sahil yolundan olduğu söylenir.  Bence değil İstanbul’un belki de düğnyanın en güzel panaromalarından biridir, Harem, Üsküdar sahil yolundan görülen. 

Tarihi yarımada gözler önündedir.  Sürekli feribot, vapur ve gemiler ile bir hareketlilik vardır.  Güneş tam karşıdan batar ve kızıla boyar o güzelim Marmara çıkışını Boğaz’ın.  Topkaı Sarayı bile gölgesinde kalır o anıtsal camilerin.  Geçen gemiler farkına varmadan koca Mimar Sinan’ı ve öğrencisi Sedefkar Meğmet Ağa’yı selamlarlar.  Ayasofya ise tüm haşmeti ile düne, bugüne ve yarına şahitliğine devam eder.

Bugün yine oradaydım.  Çayımı yudumlarken önce deniz kızıla bulandı ve ardından gök turuncuya.  Bulutlar düşecek gibiydi gökyüzünden ve Ayasofya’nın üstü yine aydınlık.
Soğuk, biraz ıslak fakat güzel bir pazar akşamüstüydü.  İnsanın yaşamında yazılan ve sonra unutulan güzel bir an.  Aslında unutulan bu anlar yaşamı, yaşanılası kılan.  Bu da öyle bir pazar akşamüstüydü benim için.

Kaş'ta bir fotoğraf sanatçısı ve iyi bir dost.

Sizlere çok sevdiğim bir arkadaşımdan bahsetmek istiyorum. Liseyi beraber okuduk. Ve 30 yılı geçti dostluğumuz. Arada boşluklar olsa da hiç ayrılmamış gibi devam eden bir dostluk bizimki. Kendisi benim hep isteyip yapamadığım birşeyi yaptı. Kaş'a yerleşti ve sakin bir hayatı seçti. Seni hem takdir ediyorum, hem kıskanıyorum Tunç Üvendire. Sakin, sürekli gülümseyen bir gönül adamıdır Tunç. İyi bir fotoğraf sanatçısıdır bana göre. Farklı bir bakışı vardır dünyaya ve bu açı vizörüne de yansımıştır.

Kaş'a giderseniz misafir olun dükkanına. O ve arkadaşım Semra dostluk sunacaklardır sizlere; çok keyif alacağınız. 1980 yılların başında yaptığımız gezilerde tanıştık Kaş ile. Beraber şarkılar söyledik, içtik. Onlar gitar çaldılar. Gençtik, yaşam doluyduk. O ve Hakan Akalın hayatlarına Kaş'ta devam etme kararı aldılar. Ne de iyi ettiler.

Sevgili dostum Tunç seni ne kadar sevdiğimi zaten biliyorsun. Bunu kelimelere dökme ihtiyacımız yok. Benim istediğim, her ziyaretimde bana huzur ve zevk veren o şirin dükkanın ile hep takdir ettiğim sanatını sayfalarımdan duyurmak.

Aşağıda sizlere vereceğim bağlantılardan ulaşabilirsiniz bu güzelliklere. Her gidişimde Kaş'a o dükkanın önünde oturarak geçirdiğim zamanlar bitsin istemezdim. Eminim siz de aynısını hissedeceksiniz.

Silk road için bu bağlantıyı kullanabilirsiniz. http://www.silkroad-shop.com

Tunç'un kendi sitesi ve fotoğraflarını ise buradan izleyebilirsiniz.  http://www.followthecamera.com

Umarım benim aldığım zevki sizler de alırsınız.

11 Aralık 2010 Cumartesi

Bazı kentlere yağmur yakışır.

Bazı kentlere yağmur yakışır. Örneğin zaten kaderi olan yağmur, gerçekten çok yakışır Londra'ya. Her gidişimde zaten çok da garip olmayan bir şekilde, yağmurla karşılaşırım. Bazen hafif ve kısa, bazen onların duş gibi dediği, bardaktan boşanırcasına. Her ne şekilde olursa, olsun sokaklar boşalmaz, caddelerde su birikintileri ya da çamur olmaz ve şehrin güzel yüzü parıldar. Bence Köln ve Strasburg'a da yağmur yakışıyor. Sanki her iki şehrin de dome'ları, (Katedral) göğü delmişlerü de o boşluktan yağmur akıyor gibi hissedersiniz. Tipik bir Cafe Francais masasında veya Haupt Bannhoff kapısında büyük bir zevkle seyredebilirsiniz kalabalığı. Herhangi bir telaş veya hayatın akışında değişiklik olmaz. Yağmur doğal bir şekilde girer o anki akışına zamanın ve kendini uydurur. Rahatsızlık vermez insanlarına.

Bence İstanbul'a da yakışıyor yağmur. Galata Köprüsü'ne, Sultanahmet Meydanı'na, Nişantaşı'na, Caddebostan sahile. Fakat insanları bir telaş alır yağmur yağdığında, bir koşuşmaca ve en önemlisi keyif almaktansa bir tedirginlik kaplar suratları. Bu tedirginlik yağmurdan değil de sonuçlarından olsa gerek. Zira İstanbul tüm ihtişamına, büyüklüğüne ve zenginliğine rağmen, biraz uzun veya biraz yoğun bir yağmura teslim olur; teslim olduğu gibi Bizans'ın Fatih Sultan Mehmet'e. Bazı şehirlerde ne kadar şiddetli olsa da güzel olan yağmur, İstanbul'da bir kabusa dönebilir. Bu durum hepimizde bir olumsuzlama yaratmıştır ister, istemez. O nedenle yağmuru suçlarız hemen. Kendimizi ya da şehri yönetenleri değil.

Herşeye rağmen, severim yağmurlu günlerini İstanbul'un. Hemen sokaklara atarım kendimi. Bugün de o günlerden biri ve ben yine sokaklardayım. Ve inadına zevk alacağım yağmurlu günlerinden İstanbul'un.

10 Aralık 2010 Cuma

303 Kelimede İstanbul'un tarihi.

MÖ 7. yy, Megara'lı Bizas Avrupa ve Asyayı birbirinden ayıran İstanbul'a vardığında doğru yeri bulduğunu biliyordu. Ve stratejik olarak en uygun yer olan boynuz biçimli halicin kıyısı seçerek,, şehrini kurdu. Sonradan altın boynuz adını alacak o halicin. Bu doğal avantajlar ile kısa zamanda zenginleşen Bizasın Şehri yani Bizantion; MS 2. yy sonuna kadar bir çok savaşa rağmen bağımsız kalabildi. Fakat bu tarihlerde İmparator Septimus Severius'a yani büyük Roma İmparatorluğuna yenildi ve Bizantium adını aldı.

330 senesinde Konstantinos Bizantimu Roma'nın başkenti ilan etti. Adı önce Nova Roma sonra da kurucusunun adını alarak Konstantinopolis oldu. Bu değişim muhteşem bir gelecek ama o denli acı bir yıkıma neden olacaktır. Konstantinopolis o kadar zenginleşti ki İustinianus döneminde inşa edilen dünyanın o anki en büyük Bazilikası Ayasofya ile Patriklik Roma Klisesine kafa tuttu. Bu sonun başlangıcı idi. 1054 yılında Papa doğu hırıstiyanlarını aforoz etti ve 1204 yılında Konstantinopolis Haçlılar tarafından işgal edildi. 55 yıllık işgal sonrası haçlılar şehri terk ettiğinde geriye pek birşey kalmamıştı. Zayıflamış ve diğer hırıstiyan alemden dışlanmış şehrin fazla dayanması imkansızdı. Ve öyle de oldu. 1453 yılında Fatih Sultan Mehmet şehri aldı. Ve ne gariptir ki hırıstiyanlığın yıktığı bir hırıstiyanlık merkezi, en büyük İslam gücü olan Osmanlı İmparatorluğu sayesinde hem korundu hem de eski ihtişamına kavuştu.

Uzun yıllar birçok şeye şahit olmuş bu kocamış şehir 1923 yılında ilan edilen Cumhuriyet ile bizlere bir kez daha hediye edilmiş oldu.

9 Aralık 2010 Perşembe

Taksim'de bir sır.

Aslında başlık çok gizemli fakat konu o kadar değil.  Bir bakıma utanarak yaptığım bir itiraf olacak bu yazım.  Bunca yılımı İstanbul'da geçirdim, özellikle de Taksim'de.  Hatta 3 yıl kadar Cihangir, Fındıklı arasında oturdum.  Ve Taksim'deki o duvarın önünde sigara içtim, bekledim, yürüdüm, konser dinledim, sine vizyon seyrettim; kısaca herşeyi yaptım.  Fakat duvarın arkasını hiç merak etmedim.  Aslında duvarın arkası var mı onu bile merak etmedim. Sonra bir gün televizyondan öğrendim duvarın arkasını.

Taksim adının maksem kelimesinden geldiği rivayet edilir.  Yani dağıtmak kelimesinden.  Rivayete göre Osmanlı'da su Taksim'de maksem edilirmiş.  O duvarın arkası da su deposu.  Aslında bir tür ara depolama gibi birşey.  İlginç olanı ise içine girene kadar ne kadar büyğk olduğunu ve yıllarca bizden nasıl saklanmayı becerdiğine hayret ediyorsunuz.

Aşağıda size iki video izletmek istiyorum.  Bilmeyenler öğrenir; bilenler ise anı tazeler.  Umarım hoşunuza gider.  İngilizce blog için çekildiğinden, konuşmalar ingilizce.  Umarım hoşgörürsünüz., iyi seyirler.




8 Aralık 2010 Çarşamba

Yolda olmak

Yolda olmak, yarım olmaktır bana göre.  İş nedeni ile dünyanın birçok yerine pek de kısa olmayan, birçok ziyaret yaptım.  Ve elimden geldiğince gezmeye, görmeye çalıştım çevremi.   Eğer şehri keşfedeceksem her zaman yalnız ve yaya olmayı tercih ettim.  O sakakların bir yerlerine katılıvermek ve karışmak kalabalığa çok zevk vermiştir bana.  Bu keyif inanılmaz deneyimlere de dönüşmştür bazen Pekin, Şangay ya da Honk Kong'da.

Bulmaca çözmek gibidir, sokaklarını gezmek tanımadığınız bir şehrin. Örneğin acıktığınızda tüm lokanta ya da cafe'leri tek, tek izlersiniz.  Girenleri, yemek yiyenleri, masalarını, atmosferini.  Kolay değildir öyle yemeğini nerede yiyeceğine karar vermek.  Çok ürkek olunmamalıdır da, eğer kültürünü de tanımak istiyorsanız o yabancısı olduğunuz şehrin.  Kültürün ana yapısı mutfaktan geçer kanımca.  Mutfak  analizin ana başlangıç noktasıdır.  Açık olmak gerekir bazı yeni tatlara.  Sizlere kendi kültür ve alışkanlıklarımıza tamamen karşı şeyleri denemekten bahsetmiyorum.  Ama en azından biraz sonra vereceğim örnek gibi olmamalıdır, sanırım, yaklaşımınız.  Şahsen çin yemeklerini severim.  Bir Şangay ziyaretinde ki ziyaret iş nedeni ile değil; zevk nedeni ileydi.  Evli bir çift 5 gün boyunca aynı Mc. Donalds restoranında öğlen ve akşam yemeklerini yedi.  Sanırım öğlen tavuk burger akşam big Mac Menu.  Zaten zevk için yapılan bir ziyaret, neden kendilerine işkence yapmaya gönüllü oldular hala anlamış değilim.

Yolda olmak yarım olmaktır bence.  Zira sevdiklerinizi ve doğduğunuz yerleri geride bırakırsınız.  Yarınız oralarda kalır, kalan yarıyı doldurmaya çalışırsınız gittiğiniz şehirde.  Yolda olmak yarım olmaktır bir de uyumlu olmayı, zevk almayı bilmezseniz olduğunuz yerden; zor olacaktır günleriniz.

O nedenle şehri duymayı, görmeyi, biraz açık olmayı, yarıyı doldurmayı bilmek gerekir bence.  Zevkle yazabilmek için yaşadıklarınızı.